“Aslanlar, kendi tarihlerini yazana kadar av tarihleri hep avcıları yüceltecektir.”
…
Biri çok zengin diğeri çok fakir iki arkadaş varmış.
Uzun bir yolculuk için birbirleriyle sözleşmişler.
Zaman gelip çatınca zengin ve fakir arkadaş sabahın seher vaktinde yolculuğa başlamış.
Güneş tepeden vurmaya başlayınca biraz da yorgunluğun etkisiyle bir akarsuyun kenarında ağacın altında dinlenmek için mola vermişler.
Heybelerindekileri, serdikleri sofra bezinin üstüne sererek karınlarını doyurmuşlar. Biraz zaman sonra her ikisi de uyuya kalmış. Fakat yorgunluğun etkisiyle uykuları epey uzun sürmüş. Bir anda zengin olan uyanmış ve uyanır uyanmaz güneşin batar vaziyette olduğunu görünce telaşla fakir arkadaşını dürterek uyandırmış.
“kalk arkadaş kalk. Geç kaldık yola çıkmaya. Resmen günü uyuttuk” diye biraz da yakınmış. Bizim fukara ise uyanmasına üzülür vaziyette “niye kaldırıyorsun arkadaş. Bıraksana ne güzel uyuyorduk. Rüyamda öyle bir güzel yerdeydim ki her isteğim önümde oluyordu. Tüm ihtiyaçlarım gideriliyordu. Hizmetçilerim etrafımda pervane oluyordu.” demiş. Bunu duyan zengin arkadaşı ise biraz da dalga geçerek “ey fakir bunu anca rüyanda görürsün” diyerek kahkaha atmaya başlamış. Bu durumu biraz daha abartınca bizim fakirin zoruna gitmiş ve zengin arkadaşına dönerek “neden gülüyorsun ki? Ben gözümü açtığımda her şeyimi kaybettim, sen gözünü kapadığında her şeyini kaybedeceksin” demiş.
…
İşte dostlar, bizler de düştüğümüz bu tatlı rüyadan ne zaman uyanacağız hiç mi hiç bilmiyorum. Öyle bir uyku ki bu; geçmişimiz, kadim medeniyetimiz tamamen bir ninni edasıyla bizleri uyutmak üzere yazılmış gibi.
Hiçbir bilim adamı bizlerden çıkmamışçasına…
İbni Sina,
Cezeri,
Harezmi,
Piri reis
Fatih Sultan Mehmet,
Ali kuşçu
Oktay Sinanoğlu
…
Liste uzar gider aslında fakat sanki bu bilim adamları hiç mi hiç bizim tarihimizden çıkmamış gibi bizlere hep Avrupa’dan bahsedilmekte.
Kristof Kolomb’un kaç milyon kişiyi öldürdüğünü yazmaz mesela.
Çünkü bu tarih kitabında sömürgenin adı “Coğrafi Keşifler” olarak adlandırılmıştır.
Mesela Cezayir’deki Fransız zulmünden bahsedilmez.
Yahut “sanki bulunmaz Hint kumaşısın” deyiminin varoluşundaki o İngiliz zulmü hiç olmamış gibi. Sırf İngiliz kumaşı satılsın diye yüzbinlerce Hintli’nin başparmakları makas tutmasın diye kesilmemiş gibi.
Zulümler, sömürgeler, soykırımlar, katliamlar…
Avrupa deyince bunlar akla gelmeliyken öyle bir “milli eğitim” tezgâhından geçirildik ki tüm bunları yaşatan bizim medeniyetimizmiş gibi öğrenir olduk maalesef.
Tezgâh evet düpedüz bir tezgâh değil mi?
Uyutulduğumuz, değersizleştirildiğimiz, değiştirildiğimiz, özgüven denen kavramın yerin dibine sokulduğu bir tezgâh.
Peki, tüm bunlar çerçevesinde ne mi yapılmalı?
İvedilikle bu tezgâh değiştirilmeli!
Av tarihini artık aslanlar da yazmalı.
Aksi halde bizlere sunulan yapay, objektif olmayan, durmadan geriye götürecek şekilde dizayn edilen tarih ve eğitim anlayışıyla bizler freni boşalmış bir kamyon gibi hızlıca bir duvara toslayacağız.
Bizlerin eline tutuşturulan, ninni edasıyla kulağımıza fısıldanan bu tarihi dinlemekten derhal vazgeçmeliyiz. Vazgeçmeliyiz ki bu uykudan uyanmalıyız. İşte uyandığımız anda aslında sahip olmayın sahip olduğumuzu hissettiğimiz şeylerin gerçekleriyle yüzleşeceğiz. Bu yüzleşme neticesinde öze dönüş yolculuğu elbet başlayacaktır.
Aksi halde Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyata’nın bir sözü yaşanacak gibi.
“Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncil’i vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda bizim İncil’imiz, onların toprakları vardı”
Ne mutlu gözünü açanlara.
Ne mutlu kadim medeniyete sırt dönmeden istikbalini aydınlatanlara,
Ne mutlu milli duruş ve milli benliğini yitirmeden zirveye çıkanlara
Ne mutlu görevini layıkıyla yerine getiren, vatanını en çok seven insanlara.