"Kırmızıdan korkutup yeşile köle ettiler"
…
Her şey ikinci dünya savaşından sonra başladı aslında.
Amerika,1947-1949 yılları arasında Sovyet Rusya tehdidine karşı cepheyi genişletebilmek adına Türkiye'yi kullanmayı aklına koymuştu. Bu durum sebebiyle Truman Doktrini ve Marshall planı çerçevesinde Türkiye'ye yaklaşık 150 Milyon dolar (yeşil) yardım yapılır. Bu yardımın büyük bir bölümü kara, deniz ve hava kuvvetlerinin geliştirilmesi ve yenilenmesi için kullanılır küçük bir kısmı ise yol yapımı vs. için kullanılır.
Buraya kadar aslında her şey çok iyi gibi duruyor. Lakin iş tam da burada başlıyor. Belki yeni bir "balta limanı anlaşması"
Belki de yepyeni bir "Sevr" tam da burada tekrar yazılıyor.
Fakat bu kez ölü doğmayan bir anlaşma oluyordu sanki.
Maalesef kasamız kazanırken masamız kaybediyordu.
...
Takvimler 27 Aralık 1949'u gösterdiğinde Türkiye'de “Eğitim"i ilgilendiren bir anlaşma yapılır.
"Fulbright Anlaşması"
...
Bu anlaşma da çoğu yapılan anlaşmalar gibi süslü, barışçıl ve de yardımseverlik konularının ön planda olduğu cümlelerle kamufle edilmiş şekilde bir ülke geleceğine pranga vuran bir anlaşma olmuştur. Örneğin anlaşmanın 5. Maddesinde bahsedilen ve kurulacak olan komisyonun şekli ile alakalı şu cümlelere yer verilmiştir.
Komisyon sekiz (8) üyeden oluşmaktadır. Dört (4) üye Türk Cumhuriyeti vatandaşı diğer dört (4) üye ise Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olacaktır. Komisyonun fahri başkanlığını ise Amerikan büyükelçisi yapacaktır. (ki bazı zamanlar CIA bölge şefi de yapmıştır)
Olası bir eşit oylamada komisyon fahri başkanı (misyon şefi), oy kullanma hakkını kendisinde saklı tutmaktadır. Böylece hemen hemen her karar onların dedikleri doğrultuda gerçekleşmektedir.
Personel politikalarından, ders içerikleri yönetimine birçok stratejik öneme sahip planlamalarda kararlar sunan "Milli Eğitimi Geliştirme komisyonu"...
İşte bu sebepten dolayı milli eğitim sistemimiz o günden bugüne ne "milli"dir ne de gerçekten bir eğitime kapı aralamıştır.
Öyle ağır müfredatları sunmuşuz ki gençlerimizin önüne, gençlerimiz, en verimli çağlarını bir kaç net fazla yapabilmek adına ezbere dayalı bir sistemin içerisine hapsetmiş durumda.
Hemen hemen yirmi yaşına kadar üniversiteye gitmeye çalışan gençlerimiz hasbelkader kazanmaları durumunda ortalama yirmi beşli yaşlarda mezun olmakta. Sonra mı?
Bu kez de kendilerini KPSS kapısında, atanabilme umudu ile tekrar kitaplara dalmakta.
Velhasıl en verimli olacağı çağlarda hep bir sınav kazanma peşinde oluyorlar.
Kazansalar hatta atansalar bile ekstra hiçbir donanıma sahip olmayan sadece matematik bilen matematik öğretmeni, sadece fizik bilen fizik öğretmeni yahut sadece hukuk terminolojisine hâkim olan bir avukat oluyorlar.
Sanatsal bir gelişim?
Kültürel bir farkındalık?
Kullandığı, orta seviyede çalabildiği enstrüman?
Sosyal yardımlaşma veya ülke geleceği için bir gönüllülük projesi?
Maalesef hiçbiri yok!
Neden mi?
Çünkü herkes gayrı milli tezgâhta o kadar elekten geçiyor ki her şey sona erdiğinde sade ve sadece geçim derdine düşebiliyor.
Çünkü kalan enerji ancak yaşamaya yetebiliyor.
Yaşamak denirse!
Fakat bu durum yalnızca eğitimle kalmamış gibi duruyor sanki. Ne yazık ki yeşile olan köleliğimiz sebebiyle bunlardan nasibini alan sadece eğitim sistemimiz olmamış. Birçok bakanlığımız Amerika'nın arka bahçesi olmuş gibi.
Hatta ve hatta o dönem tüm bu kararlarda imzası olan Milli Şef İsmet İnönü 'nün şu cümleleri ülkemizin içinde bulunduğu durumun vahametini gözler önüne sermekte.
"Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar.
Yapabilirler mi bunu?
Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum."
....
İşte böyle efendiler!
Ahvalimiz bu!
Milli olmayan bir tezgâhtan milli ürünler çıkarmaya çalışıyoruz.
Tabii ki de bıkmadan deneyeceğiz.
Sonuçta bizler, Firavun sarayında Hz. Musa'yı yaşatan Allah’a iman etmişiz. Ve biliriz ki gayrı milli tezgâhtan da milli ürün elbet çıkarabiliriz.
Lakin şunu daha da net bilmeliyiz.
Gayrı milli tezgâhtan ekseriyetle gayrı milli ürün çıkacaktır.
Olanaklar el verdikçe, gücümüz yettikçe gayrı milli tezgâhı milli bir tezgâha dönüştürmeye çaba harcayacağız.
Aksi takdirde zamanında bizlere yardım etmek adına verilen bu para istikbalimize kara çalmaya devam edecek.
Ne para alalım ne istikbalimize kara çalınsın!
Herkes elini taşın altına koysun.
Gençlerimize gerçek tarihimizi, kadim medeniyetimizi eksiksiz bir şekilde doğrusuyla yanlışıyla anlatalım.
Gençlerimize atalarımızı tam manasıyla öğretelim. Aksi halde geçmişinden kopmuş, öksüz ve yetim bir gelecek inşa ediyor olacağız.
…
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi,
“Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır”
İşte bu gücü bulmaları için onları tam manada bağımsız, tam manada milli bir müfredatla yetiştirmeliyiz.
Biz bağımlı yaşadık onları bağımsızlık mücadelesiyle büyütelim.
Fikri hür, vicdanı hür bir şekilde bir gelecek inşa edebilmek adına hep birlikte vücudumuzu bu büyük yükün altına koyalım.
Ne mutlu geleceği inşa etme yolunda geçmişi imha etmeyenlere!
Kusurumuz olduysa affola.