İnsan, yaralandığı yerden aydınlanmaya başlar.

İnsan, yaralandığı yerden aydınlanmaya başlar. Aldığımız yarayı bir derse, hayatla ilgili büyük bir tecrübeye dönüştürebilirsek, nereden hasar aldığımızı, nereden sıkıntı yaşadığımızı, bizi neyin yere yıktığını iyi görebilirsek, düştüğümüz yerden daha güçlü bir biçimde doğrulabiliriz.

Psikiyatrist Jung’ un dediği gibi "İyi bir şifacı yaralı olmalıdır. Yarası olmayan şifacı iyileştirici olamaz” “Sana büyük acılar vereceğim, çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı istiyorum." diye ekler. Zirâ hayata 'aynı açıdan' değil 'aynı acıdan' bakmış olanlar anlaşabilir. Tıpkı Mevlana’nın ‘’garibin hikayesini dinlemek için yine bir garip kulağı gerek" demesi gibi. Çok yara aldığımız ancak başkalarına da en çok fayda sağladığımız, başkalarına faydalı oldukça da kendimizi iyileştireceğimiz alanı ifade eder. Hayatın kilidi kendinde saklıdır yani.

Şifa, kişinin kendi ruhundan çıkması gereken bireysel bir meselesidir, dolayısıyla soruna bir çözüm bulunabilir, ki bu da tam olarak bireyselleşmenin ima ettiği şeydir. Tedavi, kişinin kendisinden doğal olarak ortaya çıkması gerekir, kişinin varlığının içinde saklı olan ışık bulunmalıdır. Şifacı olmak için yaralanmış olmak gerekir. Ancak pek çok insan acı çeker ve şifacı olmaz; pratikte herkes, sadece acı çekme deneyimine bağlı olarak bulunabilecektir. Kişi ancak acının dağılımı ve yaralanmış olarak şifacı olabilir.

‘’Hekim ancak kendisi de etkilenmişse etkili olabilir. Yalnızca yaralanmış hekimler iyi edebilir. Ama hekim kendi karakterini bir çelik yelek gibi giyinirse, işte o zaman hiç etkisi yoktur.” der Jung. Burada hekimin bilgisi yanında bizzat kendine de önem atfedildiğini görürüz. Bu açıdan hekimin yaralı olması ve yarasını kişisellikten çıkarıp kendi içinde dönüştürerek kolektif için kullanmayı başarabilmesi karşısındaki kişi için şifa kaynağı olmasındaki en önemli anahtardır. Acı çektiğimizde, yaramızdan kendi derinliğimize bakar, kendi gölgemizle tanışırız. İnsanları yaraları da birleştirmezse daha ne birleştirir? Yara aynı yara, dil aynı dil, biz neden bu kadar yalnızız o zaman?” Gündelik yüzeysel konularda dertlenmeyi, şikayet etmeyi paylaşmak sayıyor, reddedilmek, yetersizlik ve suçluluk gibi asıl problemlerimizi sır gibi kendimize saklıyoruz. Kaçımız farkındayız bilmem ama, kimse kendi acısını bile duymuyor artık. Kimse bir başkası için kederlenmiyor, mutsuz olup acı çekmiyor mesela... Birbirine ihtiyacı olanlar özenle uzak duruyor birbirinden. Kimse kimsenin acısıyla ilgilenmiyor artık… Yaralarımızı sakladıkça ve birbirimizden uzaklaştıkça şifayı sadece uzmanlarda arayan bir topluma dönüşüyoruz. Oysa bizim, iyileştiren uzmanlar kadar iyileştiren kültüre de ihtiyacımız var. Eğer kültür bir şifacıysa der Clarissa Estes, “aileler nasıl şifa bulacaklarını öğrenirler; daha az kavgacı, daha onarıcı, daha az yaralıyıcı, çok daha nazik ve sevecen olurlar. Böyle bir kültür, elbette yaralarına utançla değil, cesaretle bakan ve edindikleri bilgelikle çevresine ışık saçan bireylerle yeşerir. Adım adım öyle bir kültür yeşertmeliyiz ki, içimizde şifacılar çoğalsın, yaracı şifacılar şifa versin.

Şifa, gerçekte kim olduğumuzu hatırlamak ve bağlantımızın kesildiği öz çekirdeğimize yeniden bağlanmakla ilgilidir. Çekirdeğimiz, doğduğumuz şeydir; asla kaybetmeyiz, o bizim benliğimizdir. Ancak maskeler ve yansıtmalarımızın, savunmalarımızın altında gömülüdür. Şifacı olmak için yaralanmış olmak gerekir. Kişi ancak acının dağılımı ve yaralanmış olarak şifacı olabilir.  Kendimize eziyet etmiş, acı ve yaralarımıza karşı kızmışız ve ondan kaçmaya uğraşmışız ve bu sürede, kaçınılmaz olarak ona bağlı kalmıyoruz elbette. Bu, arınmış yaralı şifacının gerçek acısının aksine, nevrotik bir acıdır. Yara sizi mahvedebilir veya sizi uyandırabilir. Bu biraz baktığımız yerde görmek istediğimizle alakalıdır…  Bununla ilgili kısa bir hikaye paylaşmak istiyorum.

Kadının biri sabah kalkmış, aynaya bakmış ve kafasında yalnız üç tel saç görmüş... "Hımm" demiş... "Galiba bugün saçımı örgü yapacağım" öyle de yapmış, günü de harika geçmiş... Ertesi gün kalkmış, aynaya bakmış... Kafasında iki tel saç kalmış. "Hımm" demiş "Bugün saçımı ikiye ayıracağım..." dediğini de yapmış, harika bir gün geçirmiş. Bir ertesi gün yine kalkmış ve aynaya bakmış. Kafasında tek tel saç var. "Tamam, tamam" demiş, "Artık bugün at kuyruğu yaparım." Öyle de yapmış, ve çok çok güzel bir gün geçirmiş... Daha bir ertesi gün, aynaya baktığında, kafasında bir tek tel bile kalmamış... "Waow!!!" diye bağırmış "Bugün saç derdim yok..." baktığınız yerde görmek istediğiniz önemlidir. Çünkü bakış açısı her şeydir... Hayat, fırtınanın geçmesini beklemek değildir ki. Yağmurda da yürüyebilmeyi becerebilmektir! Derdin içinde elbette derman gizlidir. William Shakespeare bile "yarayla alay eder yaralanmamış olan." Der Romeo ve Juliet’ inde…